Sevdiğinin, ‘Seviyorum’ dediğinin yalan olduğunu anladığında adam kendine şunu
dedi.
Üzülme.
Yara aldığın yerden yeşerirsin. Yeter ki iste ve hayata tutun.
Adam zaman buldukça sahile iner denizle dertleşirdi. Yaşanmışlıkları hatırlarken
“gerçekten de seviyor olsa idi bana benzemeye başlar, kaybetmemek için bir şeyler
yapar şaşırtabilirdi” diye düşündü.
Denizin sakinleştirici gücü karşısında çoktan derinlerine dalmıştı. Dış güzelliğin içten
geldiğine inanırdı.
Kimse terk etmek için sevmez, kimse yarı yolda bırakmak için âşık olmaz. Ancak,
bazıları menfaatinin bittiği ilk durakta iner.
Erich Fromm gerçek sevgiyi şu cümlesiyle tanımlamıştır.
“Bir insanı, hiçbir sebep yokken yüreğinizde sıcacık hissediyorsanız. İşte bu gerçek
sevgidir.”
Şimdi anlıyor ki, zorlamakla ilişki yürümüyor. Kalp atacak sevgi olmalı.
Bir gün şöyle demişti, aşkta onur, gurur olmaz. Şerefimi dahi senin için ayaklar altına
attım. Bunu derken aslında sevginin kusurları yok etmediğini onları da kabul ettiğini
ifade ediyordu.
Seviyordu, düğümlenmişti. Başkalarına kör ve sağır olmuştu.
Uçsuz bucaksız bulutlara bakarken, bir bahane bulup aramaları düştü aklına
karşılığını görmeyeceğini bile bile arıyor, yazıyorrr, yazıyordu. Aslında çok güzel
seviyordu, sevdiceğini.
Özlediğinde aniden karşısına çıkmış, gözlerine bakarak, sen olmayınca yüreğim
sıkışıyor kötü bir şey olacakmış gibi his doğuyor içime demişti.
Kadın gözlerini kaçırarak “Bana öyle bakma kötü oluyorum” cümlesinin yalan
olduğunu fark edememişti.
Kuruyarak düşen yapraklara basmamak için yürümeye çabalarken Eylül sabahında
Sophokles’in sözünü hatırladı.
“Kader, harekete geçmeyen kişiye asla yardım etmez.”
Saatlerce yürüyordu. Her zaman gittikleri mekâna geldiğini fark ettiğinde oturdu.
Dalgaların hışırtıları içinde, “açacağım kapılarımı aşka, sevgiye giren girsin ”diye
sayıkladı.
Geçmişte yaşadıklarını anımsadı. Basit bir insana verdiği değeri, değer verdikçe ne
şekilde ezildiğini hatasının ise kendini vazgeçilmez sanılma hazzını verdiğine kanaat
etti. O kişilikteki insanın değer gördükçe kendisini de yücelteceğini sanarak hata
yapmıştı.
Çünkü o yücelmesini bırak, ayakta durması yerine sürünmesini istemişti.
Bundan sonra kime değer vereceğine dikkat edecekti.
Birinin gidişi diğerinin gelişini hazırladığı gibi bir şeyin bitişi ise diğerinin başlangıç
olacağına inanmaya başlamıştı.
Lev Tolstoy, “Sevdiğin insanları kaybetmeye alıştığın zaman, hayatı önemsememeye
başlıyorsun” der.
Adam kendine şunları tembihledi.
Unuttuklarımız, unutamadıklarımız var. Bir de unutmaya çalıştıklarımız. Bu nedenle
ne gidişlerden kork, ne de bitişlerden.
Kendini eksilterek başkasını tamamlayamazsın. Eğer bunu yaparsan sen, sen
olamazsın.
Doğru İnsan, seni hayatla ve kendinle kavga ettirmeyen, seni sana sevdirendir.
Ve Hz Ali’nin sözünü unutma. “Allah seni özgür yaratmış iken başkasının kölesi olma"
Hiç kimseyi, başkalarının anlattığı hikâyelere göre yargılama, dinlediğin şarkılara,
izlediğin filmlerle kıyaslama, hepsi o sosyal medyada olmak istedikleri gibi yazılan
gerçek olmayan sanal yaşamlardır.
Terleyen yüzünü silerken, Temmuz çoktan bitti. Ağustos da bitecek.. Eylül'de elleri
üşüyecek.., Isınmak için el arayacak, bulayamayınca tek suçlu senmişsin gibi sadece
sana küfredecek, diyerek ne kadar çok tanıdığının bilinciyle gülümsedi.
Olsun dedi adam.
İç çekerek öyle güzel bir şey olsun ki, tüm kötülükleri unuttursun.
Aracından her an lazım olur diye tedbir için bıraktığı kalemi ve not defteri alarak.
Diğer aylar da güzeldir de Eylül, şiirdir, yazıdır, sanattır.
Hoş geldin Eylül. Sararıp dökülen sadece yapraklar olsun…
Ama insanlık baki kalsın, hep mutlu kalalım…diye yazdı.
Sonra;
Sahi haberin yok tabi.
Bu gece de diğerleri gibi düşlerimde öptüm seni.
Ellerin, ellerini sevdim.
Avuçlarının ayasını kokladım. Öptüm, öptüm.
Bunu niye yazdım diye düşünerek yırtıp tam atacakken, Eylül’ün hatırını düşündü
yırtmaktan vaz geçti.
Ve dedi ki kendine;
İnsan ancak sustuklarını duyan biriyle bir ömür geçirebilir…